.

!!!!!!!span>

SAKARYA TANITIM SİTEMİZ

3.SAYFA

   HASTALIK BILGILERI DEVAMI..
 
Beynin Yaşlanması, Beyin Yaşlanması ve Alzheimer Hastalığı

Didem Unsal — Merhaba Hocam. Konumuz, beynin yaşlılık dönemi hastalıkları, özellikle de Alzheimer ve Parkinson hastalığı. Siz yıllarınızı bu iki önemli beyin hastalığına vermiş bir bilim adamısınız. İstanbul Ttp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı'nda görev yapıyorsunuz. Beynin yaşlanmasına geçmeden önce biraz "baş"a dönelim mi; beyin ne zaman ve nasıl gelişiyor?
Prof. Dr. Murat Emre — Embriyon, yani cenin anne karnında oluşmaya başladığı zaman... Doğduğumuzda beyin aslında şekilsiz bir kitle ya da henüz işlenmemiş bir maden gibi. İçinde milyarlarca sinir hücresi var. Beyin anne karnında gelişirken bu hücreler çoğalmış, çoğaldıktan sonra da olmaları gereken yerlere gitmişler, yerleşmişler. Bazı bağlantılarını kurmuşlar, ancak henüz tam işlevsel değiller. Böyle olmadığı için de bebek doğduğunda henüz yürüyemiyor, konuşamıyor, anlayamıyor. Bütün maden orada, ama henüz işlenmemiş bir şekilde.


Yani beynin gelişimi de anne karnında mı başlıyor?

— Evet, beynin işlenmemiş bir maden haline gelişi anne karnında. Embriyon rahim içinde gelişirken, beyin hücreleri bölünüp çoğalıyor, yerlerini buluyorlar, yerlerine yerleşiyorlar. Bir göç süreci var başlangıçta. Hücreler doğdukları yerden gitmeleri gereken yerlere göç ediyorlar. O göçlerini anne karnında tamamlıyorlar. Bütün hücreler yerli yerini buluyor. Ondan sonra bağlantılarını kurmaya başlıyorlar. Ama söylediğim gibi bu bağlantılar henüz çok ilkel düzeyde, doğduğumuz zaman. Onun için de bir bebeğin yapabilecekleri çok kısıtlı. Yıllar içinde giderek bu bağlantılar kurulmaya başlıyor. Bağlantıların kurulmasıyla da bebek, çocuk; çocuk, erişkin haline geliyor. Oldukça yavaş işleyen bir süreç bu... Önce temel işlevleri kazanıyoruz; hareket etmeyi, yürümeyi, konuşmayı, anlamayı...

Beyin yapısal anlamda olgunlaşmasını aşağı yukarı 17-18 yaşlarında tamamlıyor. Beyinde, myelin dediğimiz bir izolasyon maddesi var, beyin hücrelerinin uzantılarının etrafını saran bir madde bu. Myeîin beyin hücrelerinin uzantılarının etrafını sararak sinir uyarısının sadece gitmesi gereken yere ve hızlı gitmesini sağlıyor. Myelin'leşme süreci beyinde 18 yaşlarında tamamlanıyor. Bu yüzden teknik açıdan beynin olgunluğuna erişmesi aşağı yukarı 18 yaşında gerçekleşiyor diyebiliriz. Bu süreçte ve sonrasında deneyimlerimizi, anılarımızı kazanıyoruz. Beynimizde yaklaşık elli milyar hücre var. Ve bu elli milyar hücrenin her birinin yaklaşık binbin beş yüz adet bağlantısı olduğu düşünülüyor. Elli milyar hücre ile bin adet bağlantıyı çarpın. Ortaya kapasitesi çok yüksek olan bir sistem çıkıyor. Bu bağlantılar sayesinde anılarımız düşüncelerimiz ve hislerimiz giderek olgunlaşmaya başlıyor. Nihayetinde olduğumuz kişi haline geliyoruz. Yani myelinleşmenin tamamlanmasıyla birlikte beynimiz, 18-20 yaşına geldiğimizde yapısal olarak olgunluğuna erişiyor. Fakat bir tür kara mizah örneği olarak söyleyebilirim ki bu süreç sırasında ve sonrasında diğer yandan da bir kısım beyin hücreleri ölüyorlar. Bevindeki bu "doğal hücre ölümü"ne apoptoz diyoruz. Apopioz bir anlamda programlanmış bir hücre ölümü çünkü dışarıdan doğrudan bir müdahale, görünen bir etken olmadan gerçekleşiyor. Her hücrenin içinde apoptoz'u harekete geçirebilecek bir mekanizma var. Belirli şartlar oluştuğunda hücre o mekanizmayı harekete geçirip kendisini öldürüyor. Bu yüzden de buna "programlanmış hücre ölümü" adını veriyoruz.

Yani hücreler bir bakıma intihar ediyor.

Tam anlamıyla öyle... Her hücrenin içinde bu şifre var.
O genetik şifreyi her hücre içinde taşıyor ve işe yaramaz duruma geldiği zaman, basit deyimiyle "düğmesini kapatıyor" hücre. Bu. hayat boyunca belli ölçüde süregelen, normalde yavaş gerçekleşen bir süreç aslında.


Doğru işleyen bir süreç mi bu?

Yanlış işlediği zaman zaten her şey ters gidiyor. Doğru işlemesi gereken bir sistem bu... Yani beyinde olması gereken yerde, olması gereken kadar hücre kaybı hiç de yanlış değil. Ancak yaşlanmayla beraber, diğer organlarımızda olduğu gibi beyinde de hızlanmış bir hücre kaybının ortaya çıktığı düşünülüyor. Çünkü ne kadar uzun yaşarsak beyin hücrelerimiz dıştan gelen yıpratıcı etkenlere o kadar çok maruz kalıyor. Diğer taraftan hücrelerin her biri ve organlar sürekli işleyen bir fabrika gibiler, işledikçe de zamanla aşmıyorlar. Hücrelerin sürekli yapması gereken işlevler var. Fabrikanın sürekli enerji üretmesi lazım. Eskiyen parçalarını yenilemesi lazım. Bunu da genetik şifresi sayesinde yapıyor. İşine yarayacak proteinleri sentez ediyor, imal ediyor. Onlar eskiyip, yıpranınca yıkıp, yenilerim yapıyor. Bu yaşam boyu hep devam ediyor.

Beyin kendini yenileyemiyor

Aslında beynimizin avantajı mı bu? Diğer organlarımızda böyle sürekli bir doğal hücre ölümü var. Bu organların yenilenme özelliği de var mı?


 

Diğer organlarda da apoptoz var. Fakat beyin hücreleri doğumdan sonra artık bölünmüyorlar. Beyin kendini yenileyen bir organ değil. Deri öyle değil, yaralandığı zaman yerine yenisini yapabiliyor. Karaciğer yaralandığı zaman yerine yeni hücreleri yapabiliyor. Bağırsak da öyle. Ama beyin hücreleri kaybedildikleri zaman yenisi gelmiyor. Hatta yine bir teoriye göre beyin hücrelerinin bölünmemesinin sebebi, anıları tutabilmek; zira doğumdan sonra hücreler arasında oluşan bağlantıların belleğin temelini oluşturduğu düşünülüyor. Eğer hücre bölünüp yenilense artık ait olduğu ağın bir parçası olmayacak, bağlantılar kopacak. Bir ihtimal, beyin, onun için kendisini yenilemiyor. Beyin tüm işlevlerini birbirine bağlanmış hücrelerin oluşturduğu ağlar (network) ile başarıyor. Eğer bölünüp yeni-lenseydi o ağlar bozulurdu. Ağdaki hücreler örneğin birtakım hastalıklar sonucunda öldüğünde, devre dışı kaldığında zaten işler bozuluyor. Yaralanan ya da hasar gören beyin yerine yeni hücre koyamıyor. Beynin karmaşık yanı da burada gizli. Kendini yenileme kapasitesi olmadığından belli bir rezervden sürekli yiyor. Bu rezerv, belli bir sınırın altına düşerse o zaman da işlev bozukluğu ortaya çıkıyor.





Evde Bebeklerin Bakımı

Bebeklerde Göbek Bakımı, Bebeğin Göbeği

Göbeğin bakımına çok dikkat etmeli, kuru kalması sağlanma­lıdır. Doğumdan sonra göbeğe bağlanan steril gazlı beze elden geldiğince dokunmamak gerekir. Zorda kalınırsa, örneğin bu bez kaka ya da idrarla kirlenirse, eski gazlı bez atılır ve yerine göbek tozlarından biri ekilir, yine steril gazlı bezle sarılır. Eğer doktoru­nuz uygun buluyorsa üzerine göbek bezi düzenli olarak sarılır. Göbek çevresinde bir kırmızılaşma görürseniz durumu süratle doktorunuza haber vermelisiniz. Göbek mikrop kapmış olabilir. Hemen tedavi edilirse önemli bir sorun çıkmaz. Önemsenmezse hem tedavisi güçleşir, hem de tehlikeli bir hastalık şeklini alabilir. Bu nedenlerle göbek, mikrop kapmaması için, kendiliğinden dü­şene kadar banyo yapılmamalıdır. Genellikle doğumdan 5-8 gün sonra göbek düşer. 8. gün hâlâ düşmemişse kaygılanmayın, ba­zen böyle geç düştüğü de olur. Ama bir an önce göbek düşsün diye çekiştirmek yoluna da başvurmayınız. Göbek düştükten son­ra da o bölgeye özen göstermeniz, temiz tutmanız gerekir. Göbek yeri normal cilt görünümü alıncaya kadar. Bu da genellikle 3-5 gün içinde tamamlanır.

Astım Nedir, Astım Hastalığı Hakkında Bilgi

Astım Hastalığı Nedir; her 26 kişiden birinin yakalandığı, olduk­ça yaygın bir hastalıktır. Akciğerleri etkileyerek so­luk almayı güçleştirir. Genellikle aralıklı krizler biçiminde görülür. Krizler, kimi zaman ani olarak gelip, kısa sürede geçerler. Ama kimi zaman sorun, günler, haftalar hatta aylarca sürebilir. Bazı durumlarda astım, yılın belli zamanlarında ya da belli yerlerde gö­rülebilir. Üzüntü ya da heyecanın neden olduğu stres­ler de, astıma neden olabilir.

Alerjilerin, insan bedeni üzerindeki garip etkile­ri, aşağıda ayrıntılı bir biçimde tartışılacak. Bu etki­ler konusunda yeterli bilgi edinilmeden önce doktor­lar, astıma kaygı ya da stresin neden olduğunu sanı­yorlardı. Hastalık sık sık, akciğerlerdeki bronşların il­tihaplanması anlamına gelen bronşitle de karıştırılıyordu. Astım konusunda bilmediğimiz, daha pek çok şey var. Ancak bugün doktorlar astımın, psikolojik ve fiziksel pek çok nedeni bulunduğunu ve her hastada bu nedenlerin farklı biçim ve ölçülerde etkili olduğunu belirlemişlerdir.

Astım krizinde, nefes borusunu ciğerlere bağla­yan tüpler daralır. Bu tüplerden, her ciğerde yüzler­ce vardır. Büyüklerine bronş, küçüklerine bronşit de­nilir. Tüplerin duvarlarında, açılıp kapanmalarını sağ­layan kaslar vardır. Tüpler açıldığında hava, bu tüp­lerden geçerek ciğerlerdeki alveoli adı verilen minik hava keseciklerine dolar. Her ciğerde böyle milyon­larca hava keseceği vardır. Hava, bu keseciklerin in­ce duvarlarından geçerek kana karışır. Taze hava ka­na karışırken kanda, kan dolaşımı süresince birikmiş olan karbondioksid, nefes borusu yoluyla dışarı atılmak üzere hava keseciklerine doluşur.

Bir astım krizinde bronşit tüpleri, daralarak has­tanın nefes vermesini engellerler. Bu, ciğerlerde bi­riken karbondioksidin dışarı atılmasını güçleştirir. As­tımlılarda görülen nefes darlığı, kirli havayı dışarı at­ma çabasından başka bir şey değildir. Tüplerde aynı zamanda aşırı balgam birikmesi, sorunun daha da kö­tüleşmesine neden olur. Olağan zamanlarda solunum yollarına giren tozların ve diğer yabancı maddelerin dışarı atılmasına yardımcı olan balgam, tüplerin da­ha fazla tıkanmasına neden olur.

Solunum yollarındaki tüpler neden daralır? Tüm kaslar gibi, bu tüplerin açılıp kapanmasını sağlayan kasları da, bu kasların içindeki sinir uçlarının salgı­ladığı kimyasal maddeler denetler. İç kaslarımızı, si­nir sisteminin iki dalı denetler: Bedeni harekete ha­zırlayan sempatik sinirlerle bedenin yavaşlamasını ve sakinleşmesini sağlayan parasempatik sinirler. Gö­revi, bedeni harekete hazırlamak olan adrenalin, so­lunum yollarını açarak ciğerlere daha fazla hava gir­mesini sağlar. Öte yandan parasempatik sinirler, kalp atışlarının yavaşlamasına ve solunum yollarının da­ralmasına neden olan asetil kolin adlı bir madde salgılar.

Bronşitlerin daralmasının nedenlerinden biri, asetil kolinin, solunum yollarındaki kaslar üzerinde yaptığı etkidir. Ancak solunum yolarının daralması­na ve balgam salgılanmasına neden olan bir başka doğal kimyasal madde vardır. Histamin adlı bu mad­de, böcek iğnelerinde bulunur ve bir böcek tarafın­dan sokulan herkesin bildiği gibi şişmeye neden olur.

Şişme, hassas dokuların korunmasını sağlar. İyi­leşme sürecinin bir parçası olmasına karşın hoşa git­mez. Zarar gören alandaki kılcal damarcıkların açılmasını sağlayarak ve kandan hassas dokulara sıvı çe­kerek şişmeye neden olan, histamindir.

Astımı olmayan kişiler de içlerine çektikleri ya­bancı maddelere karşı aynı tepkiyi göstererek bu maddeleri öksürük yoluyla dışarı atmaya çalışırlar. Astımlıların bu nedenle daha fazla sıkıntı çekmeleri, bazı maddelere karşı aşırı duyarlı olmalarından kay­naklanır. Bir başka deyişle astımlar, alerjiktir.
Belirtilerinin benzerliği nedeniyle sık sık astımla karıştırılan bronşite, alerji değil, solunum yollarının şişmesi neden olur. Şişmenin nedeni iltihap, sigara, toz yutma ya da hava kirliliği olabilir. Nemli ve soğuk hava, bronşitin daha ağırlaşmasına yol açar. İnsan­lar, kış aylarında solunum yolları iltihaplarını kapma­ya daha yatkındır. Akut bronşit, bir virüs enfeksiyo­nunun ciğerlere yayılması durumunda, kronik bron­şit ise, uzun süre rahatsızlanan bronşların, zarar gö­rerek daralması sonucunda ortaya çıkar.

Astım krizleri, yılın her döneminde görülebilir: An­cak astımlıların birçoğu, soğuk ve nemli havalarda da­ha az rahatsızlanırlar sıcak ve kuru havalarda kötüleşirler. Havada bahar ve yaz aylarında daha bol bu­lunan polene karşı alerjik olan genç astımlılar için bu, özellikle doğrudur. Yaşlıların, aynı zamanda hem as­tım ve hem de bronşit olmaları, oldukça sık rastla­nan bir durumdur.


Yaşlı astımlıların burunlarında kimi zaman küçük et benleri oluşur. Polip adı verilen bu benler, burnun iç yüzeyini saran hassas ince zarların şişmesîyle oluşur. Koklama yetisinin azalmasına neden olmalarına ve burundan nefes almayı kısıtlamalarına karşın ge­nelde zararsızdırlar. Operasyonla kolaylıkla alınabi­lirler.


Termometre Hakkında Bilgiler (Derece), Nası
l Ölçülür
Termometre genel olarak ısı ölçen bir araçtır. Sağlık hizmetlerinde kul­lanılan ve vücut ısısını ölçmeye yarayan termometreye vücut termometresi denir.


Termometrenin bir ucunda civa haznesi vardır. Termometrenin gövdesindeki ince kanaldan ısı ile genişleyen civa yükselir. Kanal üzerinde ısı göstergeleri vardır. Kanal boyunca 34'den başlayan, 42'ye kadar devam eden gösterge rakamları vardır. Her rakam arasındaki mesafe 10 eşit aralığa bölünmüştür. 10 aralıktan her birine diziyem denir.

Rektal yoldan ısı ölçen termometrenin civa haznesi tüp şeklindedir. Kol­tuk altından ısı ölçmeye yarayan termometrenin civa haznesi balon gibidir.

Civalı Termometre, Cam termometrenin göze bakan yüzeyi büyüteç görevi yaparak civa kanalının tam görünmesini kolaylaştırır.Termometrenin koruyucu kabı vardır.

Ağız Sağlığı ve Diş Sağlığı

Yetişkinlerde ve Çocuklarda Diş Sağlığı
Ağız ve diş sağlığı, patojen mikroorganizmalardan, soğuk, sıcak, sert gibi fi­ziki etkenlerden en çok etkilenen organlardır. Fetüsün gelişimi, annenin hamilelik dönemindeki beslenmesiyle yakından ilgilidir. Ağız ve diş sağlığı, bu nedenle doğumdan önce başlar. Doğumdan sonra devam eder. Yaşam boyu izlenerek bakım ve tedavisi yapılır.

Ağız ve Diş Sağlığı Nasıl Korunur ve Diş Sağlığı Hakkında Bilgiler

Dişlerin sağlığı; beslenme, özellikle D - C ve A vitaminlerini ve kalsiyum, fosfor, flor gibi mineralleri yeterli ve dengeli şekilde alma ile sağlanır.

Bakımsız ve çürük dişler en tehlikeli enfeksiyon kaynağıdır. İleri yaşlarda ortaya çıkan kalp ve damar hastalıkları, romatizmal hastalıklar, böbrek hastalıkları ve diğer bazı hastalıkların nedenleri diş çürüklerine yerleşen daha sonra vücuda kan yoluyla yayılan patojen mikroorganizma­lardır.Çürük dişler, ağız sağlığını bozar. Sindirim sistemi hastalıklarına ve ağız kokularına neden olur. İnsanın fizik görüntüsünü kötü yönde etkiler.

Dişler, her yemekten sonra günde en az iki defa ve yatmadan önce yeterli bir süre fırçalanır. Diş macunu ve fırçanın seçimini bilinçsizce seçmek sağlık yerine dişlere ve diş etlerine zarar verir. Unutulmamalıdır ki her çeşit diş fırçası fırçalama tekniğine uygun yapıda değildir. Diş macununun fazla kul­lanılması, ağız florasını bozması ve ağızdaki fagositleri öldürmesi bakımından sakıncalıdır.

Çok sıcak, çok soğuk, sert yiyecek ve içecekler diş minesinin çatlamasına neden olurlar. Kristal şeker ve benzeri şeylerin çiğnenmesi de dişlerde çatlamaya yol açar. Şekerli yiyeceklerden sonra dişler fırçalanmazsa solunumdaki C02 ve karbonhidrat diş çürümesine neden olan asitler açığa çıkar. Asitler dişte kaviteler meydana getirir. Ağız Ph'sı, asit ortama doğru kayar. Ağız, florası bozulur, ağızdaki fagositler yetersiz kalır.


Baş Ağrıları, Başağrısı Nedir


Baş ağrısı tüm insanların zaman zaman karşılaştığı bir sorundur. Yaşamı boyun­ca çeşitli dönemlerde baş ağrısından yakınmayan insan yoktur. Günlük hayat­taki streslerden soğuk algınlığına, kansızlıktan yüksek tansiyona varıncaya dek pek çok etken baş ağrısına neden olabilir.

Baş ağrılarını iki şekilde değerlendirmek gerekir. Birincisi çeşitli hastalıkların bulgusu olarak baş ağrısı, ikincisi ise başlı başına bir hastalık olarak baş ağrısı. Birinci gruptaki baş ağrıları akut ağrı denilen ani olarak ortaya çıkan ağrılardır. Bu baş ağrıları altta yatan bir başka hastalığın belirtisidir. Genellikle gözlerden, kulak, burun, boğaz hastalıklarından, dişlerden kaynaklanan rahatsızlıklar bu ağrılara yol açabilirler. Genellikle bu tür baş ağrılarının teşhis ve tedavisi daha kolaydır.

Ancak baş ağrısı kafa içerisinde yer kaplayan tümör, beyin kanaması gibi organik bir hastalığın belirtisi de olabilir. Bu nedenle önceden bu tür şikayeti olmayan kişilerde gelişen akut baş ağrılarının tanısında çok dikkatli olun­malıdır. Bunlardan başka, ani başlayan baş ağrıları yüksek tansiyon, çeşitli hormonal hastalıklar ve sinir sisteminden ya da diğer sistemlerden kaynaklanan enfeksiyon hastalıklarının (mikrobik hastalıklar) bulgusu olarak da ortaya çıka­bilir.

Diğer gruptaki baş ağrıları ise kronik baş ağrısı denilen uzun süredir var olan baş ağrılarıdır. Baş ağrısının kronik bir hal alması hem kişisel hem de toplumsal bir sorundur. Şiddetli kronik baş ağrıları; ağrıyı çeken kişinin iş hayatını, sosyal yaşantısını önemli ölçüde etkiler, yaşam kalitesini düşürür ve hayattan zevk ala­maz hale getirir. Bu nedenle kronik baş ağrıları bir hastalık belirtisi olmaktan çok hastalığın kendisi olarak ele alınmalı ve tedavi yoluna gidilmelidir. Kronik baş ağrıları içinde en sık görülenleri gerilim tipi baş ağrısı ve migrendir. Bu iki tür baş ağrısı benzerlikler gösterir ve bazen tanı koyarken ayırmak güç olabilir.

Tanı için, hastanın ağrısı ile ilgili vereceği bilgiler çok değerlidir. Bu nedenle hastaya sorulacak sorularla şu hususlar ayrıntılı bir şekilde araştırılır:

Ağrı ne zaman başladı?
Ne kadar sıklıkla geliyor?
Ne kadar sürüyor?
Ağrının şiddeti ne kadar?
Ağrının şekli nasıl? (zonklayıcı? sıkıştırıcı? künt? keskin?),
Ağrıyı artıran ve azaltan etkenler nelerdir?
Ağrıya eşlik eden diğer belirtiler nelerdir? (bulantı, kusma, görme bozuklukları vs.)
Ayrıca hastanın ağrı sırasındaki davranış değişiklikleri, özgeçmişi, soygeçmişi ve ruhsal durumu da sorgulanmalıdır. Tüm bu soruların yanıtları hekimi tanıya götürecek ve buna göre uygun tedavi yapılabilecektir.

Baş ağrılı hastayı değerlendirirken ayrıntılı bir sorgulama yapmak gereklidir. Bu sorgulama sırasında aşağıdaki noktalar araştırılmalıdır:

1. Kafa içinde ağrıya neden olan yapılar hangileridir?
2. Bu yapılardan kaynaklanan ağrılar nerelerde hissedilir?
3. Hangi duysal yollar ve üst merkezlere iletilir?
4. Tedavide düşünülmesi gereken önlemler nelerdir?

Baş ağrısının mekanizması

Baş ağrısı oldukça karmaşık bir olgudur. Etkenine göre birçok mekanizma baş ağrısından sorumlu tutulmakta, hem merkezi hem de bölgesel sistemler baş ağrısının ortaya çıkmasında rol oynamaktadır. Burada ağrıya duyarlı yapılar üzerine doğrudan bası, bu yapıların gerilmesi veya çekilmesi, bu yapıların kan­lanmasını sağlayan damarlarda genişleme, kas kasılması ve enflamasyon (yangı) nedenler arasında sayılabilir. Ayrıca hormonal sistem tarafından salgılanan hor­monlar ve sinir sisteminin salgıladığı, sinirlerin birbirleri arasında ve sinirlerle kaslar arasında iletişimi sağlayan nörotransmiter denilen kimyasal maddeler baş ağrısında rol oynamaktadır.

Gammaglobülin ve İmmün yetmezlik Sendromu


Gammaglobülin günümüzde, profilaksi ve tedavi amacıyla yay­gın olarak kullanılmaktadır. Belirli vakalarda gammaglobülin, kendi­sinden birkaç gün sonra uygulanan bir aşının sağlayacağı aktif ba­ğışıklığa engel olabilir.

Zayıflatılmış canlı virüs aşılarının (kızamık, kızamıkçık, kabaku­lak; Trimovax) kullanılmasından sonra bağışıklığın gelişebilmesi için genellikle, aşıdaki virüslerin vücutta çoğalması gereklidir. Gam­maglobülin verilmesi, virüslerin çoğalmasını durdurur. Bu nedenle tatmin edici bir bağışıklama sağlayabilmek için, gammaglobülin profilaksisinden sonra en az 6 hafta, tercihen 3 ay beklendikten sonra aşı yapılmalıdır. Yapılan ön-çaiışmalar, immünglobülin kulla­nılmasıyla oral poliomiyelit veya sarı humma aşıları arasında her­hangi bir olumsuz etkileşim göstermemiştir.

Eğer gammaglobülin kullanımıyla canlı aşı yapılması arasında geçen süre 2 haftadan daha kısaysa; aşının 3 ay sonra tekrarlan­ması gerekir; aradaki süre 2 haftadan uzunsa, buna ihtiyaç yoktur.

Hastalıkla temas durumunda, canlı aşının, immünglobülinle bir­likte kullanılması mümkündür. Ancak aşı sonrası serolojik testler serokonversiyon göstermedikçe, yani serumda antikorların varlı­ğını ortaya koymadıkça aşıyla sağlanan bağışıklığın, immüng­lobülin etkisiyle zarar göreceği unutulmamalı ve aşılama, 3 ay son­ra mutlaka tekrarlanmalıdır.

Buna karşılık gammaglobülin, öldürülmüş mikroorganizmaların kullanıldığı aşılardan (DTP, DTP polio, tetanoz, kuduz, hepatit B vs) sonraki bağışık yanıtı olumsuz yönde etkilememektedir. Yine de bazı araştırmacılar, böyle bir uygulamayla elde edilen bağışık­lığın düşük kalitede olduğuna inanmaktadır.

Gammaglobülin kullanılmasının, serumdaki gözlemlenebilen an­tikor düzeylerinde herhangi bir değişiklik yapmadığını ve araya giren enfeksiyonların değerli bir göstergesi olan serolojik testleri et­kilemediğini de önemle belirtmek gerekir.

İmmün yetmezliği olan bir çocuğa aşı yapılabilir mi?


Genellikle bu durumdaki çocukların aşıya yanıt veremeyeceği ve güçlü ya da anormal aşı reaksiyonlarının gelişmesine elverişli oldukları düşünülür. Bu düşünce, aşılamanın yapılmasıyla sonuç­lanır; oysa bu, pek yerinde bir davranış değildir.

İmmün yetmezlikler yakın zamana kadar klinik özellikleriyle tanımlanırdı. Ancak immünolojik olayların daha iyi anlaşılması ve moleküler biyolojideki ilerlemeler, bağışıklık eksikliklerinin birçok kategoriye ayrılmasına olanak tanımıştır (C GRISCELLI):
1. Antikor yapımı konusunda eksiklik: Cinsiyet kromozomuna bağlı olarak soya geçen agammaglabülinemi veya, çeşitli hipogammaglobülinemiler.
2. Dissosiye sıvısal bağışıklık yetmezlikleri: IgM düzeyinin yük­sek olduğu, IgA ve IgG yetmezlikleri; izole serum IgM eksikliği; lgG2 ve lgG4 izotipi: infantil hipogammaglobülinemi.
3. Hücresel bağışıklığı etkileyen predominant yetmezlikleri: DİGeorge sendromu, pürin nükleotid fosforilaz eksikliği.

Bulaşıcı Çocuk Hastalıkları, Çocuklarda Kabakulak Hastalığı

Kabakulak, virütik bir hastalıktır. Bir başka deyişle hastalığa virüsler neden olur. Hastalık, tükürük bezlerini, özellikle kulağın hemen altında ve önünde, çe­ne kemiklerinin köşelerinde yer alan parotid bezlerini etkiler. Fazla bulaşıcı değildir ve 5 yaşın altındaki ço­cuklarda pek görülmez. Bir kez geçiren çocuk bağı­şıklık kazanacağı için ikinci kez geçirilmesi olasılığı çok düşüktür. Hastalığın alınmasıyla belirtilerinin or­taya çıkması arasındaki dönem (kuluçka dönemi) yak­laşık üç haftadır.

Kabakulak Hastalığı Belirtileri

Başlıca belirti, parotid bezlerinin şişmesi ve hassaslaşmasıdır. Genellikle hastalık, önce bir kulağın altında başlar ve en fazla beş gün içinde diğer kula­ğın altına atlar. Genellikle hafif ateş ve halsizlik duy­gusu vardır. Parotid bezleri tükürük salgılanmasıyla ilişkili oldukları için çocuk, ağzının kuruduğundan ya­kınabilir. Hastalık 6-10 gün içinde kendiliğinden ge­çer.

Kabakulak Hastalığı Tedavisi

Kabakulağın rahatsızlıkların giderilmesi dışında özel bir tedavisi yoktur. Acıyı gidermek amacıyla ılık bir tülbent ya da ılık su dolu bir şişeyle, şiş bezler üzerine kompres yapılması yararlı olabilir. Aspirin gibi uygun analjezik ilaçlar kullanılabilir. Çocuk, ağzını açmakta güçlük çekeceğinden besleyici, yumuşak yiyecekler ve yeterince sıvı verilmelidir. Ağız kuruysa, dili ve ağzı nemli tutmak amacıyla gargara yapılma­sına özen gösterilmelidir. Böylece temiz olması da sağlanır.


Hastalığın gereksiz yere aşırı yayılmasını önle­mek amacıyla hasta çocuğun kullandığı çatal, bıçak ve kaplar ayrılmalıdır. Çocuğun şişler indikten son­ra bir hafta süreyle okuldan uzak tutulması da yarar­lı olacaktır.

Ne zaman doktora başvurmalı?


Acı, evde alınan önlemlerle giderilemeyecek denli şiddetliyse.
Çocuk, başağrılarından ya da kulak ağrısından ya­kınıyorsa (Kulak ağrısına, genellikle parotid bezleri­nin şişmesi, neden olur. Ancak çocuğun, aynı zamanda orta kulak iltihabı geçiriyor olması, olasıdır)Karın ağrısı ya da hayalarda rahatsızlık söz ko­nusuysa, Çocuk, özellikle kaygı uyandırıcı bir durumdaysa, Teşhis konusunda bir kuşku varsa

 


 


 
Tags Kardeş Siteler: Bedavasitem.Forum.St Tema Düzenleme: Bedavasitem.Forum.St
Son Güncelleme: 05 eyl 2008 @ 07 37 PM

EmailPermalinkYorum Yap




/ Site Menüsü ...
Tema Seçiniz...
  • Üyeler » 100
  • Kategoriler » 18
  • Toplam Tema » 39
Tema Seçiniz...
  • VoidVoid « Default
  • LifeYeşil
  • EarthEarth
  • WindWind
  • WaterAteş
  • FireAteş
  • LightLight

İletişim



    Bu Tema Bedavasitem.Forum.st Tarafından Tr.gg'ye uyarlanmıştır. Herhangi bir sorun durumunda bizimle iletişim kurabilirsiniz.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol